• https://www.facebook.com/%C3%87erkes-Haklari-Inisiyatifi-1720870914808523/
  • https://twitter.com/CerkesHaklari
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi6
Bugün Toplam236
Toplam Ziyaret988040
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar32.451932.5820
Euro34.798834.9382
Semerkew
Kuriç K.
kuric@gmail.com
METROBÜSTE BİR METROPOL ÇERKESİ…
23/09/2021

Her nimetin bir külfeti var; İstanbul’da yaşamanın külfeti de trafik çilesi olmalı...

Her gün bir buçuk saat gidiş, bir buçuk saat dönüş olmak üzere tam üç saatini toplu taşıma araçlarında geçiren biriyim. Bunun da iki saati metrobüste geçiyor. İstanbul’da yaşamayanlar metrobüsü bilmeyebilir. Metrobüs dediğimiz şey, İstanbul’un trafiği en yoğun olan E-5 güzergâhında, diğer araçlardan bariyerlerle ayrılmış iki şeritli bir yolda beklemeksizin gidip-gelen ve 24 saat boyunca yolcu taşıyan, körüklü uzun taşıma aracı...  1-2 dakikalık aralarla seyreden bu vasıtalarda “iğne atsan yere düşmez” dedikleri sıkışıklığı saymazsak(!) aslında İstanbullular için büyük bir nimet!.. Nimet diyorum, çünkü yan yolda kilitlenmiş trafiği gördükçe halinize şükretmemek elde değil. Ölümü görünce, hastalığa razı olmak gibi bir şey yani...

***

Metrobüse ilk durakta araç boşken biniyorum; bu, oturacak bir yer bulma ihtimalim var demek. Buna rağmen genelde ayakta yolculuğu tercih ediyorum. Sebep, daha birkaç durak bile gitmeden ya yaşlı birine, ya da bir hanım yolcuya yer vermek durumunda kalıyor olmam.

Serde Çerkeslik var ya; görmezlikten gelemiyorum işte… 

Her neyse…

***

Dün gece 24 yaşıma girdim. İşyeri arkadaşlarım doğum günümü kutlamak için mini bir program hazırlamışlar. Bir cafede toplandık ve gece geç saatlere kadar yiyip, içip, sohbet ettik.

Onlardan ayrılıp eve geldiğimde saat gecenin 03.00’ünü bulmuştu. Duş filan derken 04.00’e doğru ancak yatabildim…

Sabahları erken kalkıyorum. Saat 07.00’de çalar saatimin ısrarıyla zor uyandım. Uyandım uyanmasına da, kalkamadım ki; çünkü hiç dinlenememiştim. Kendimi pestil gibi hissediyordum. Epeyce süründükten sonra ayağa kalkabildiğimde vakit de oldukça ilerlemişti.

Gözümün biri açık, biri kapalı vaziyette giyindim ve ağzımın tadını değiştirsin diye attığım iki adet zeytini gevelerken evden çıktım.

İşte şimdi her günkü toplu taşıma maceram başlıyordu…

***

Dolmuşun havalı kapısı üzerime kapandığında çoktan önümdeki vatandaşa preslenmiştim. Bu müsait olmayan vaziyette yarım saat süren yolculuk sonrası metrobüs istasyonuna geldim.

Geldim ama…

Allahım, ne kadar yorgunum. Neredeyse perondaki bankların üzerine yatacağım. Hâlâ aklım yatakta ve ayakta yolculuk yapacak mecale sahip değilim. Metrobüse binince hemen bir yer bulup oturmanın hesabına başladım.

Şansıma, perona yanaşan metrobüsün ön kapısı tam önümde açıldı. Yıldırım gibi dalıp, hemen tek kişilik bir koltuğu zapt ettim. Daha iki durak gitmiştik ki otobüs balık istifi hale geldi. Ayakta kadınlar var, yaşı 60’ı geçkin insanlar var…

Off, zor durumdayım. Vicdanımın bütün baskılarına rağmen kimseye yer veremiyorum. Daha doğrusu verecek halim yok.

Öyle yorgunum ki…

Bu rahatsız edici manzarayı daha fazla görmemek için kabanımın kapşonunu başıma iyice çekip, gözlerim yarı kapalı şekerleme yapmaya başladım.

Arabanın sarsıntısıyla ara ara gözlerimi açıp, etrafı şöyle bir kolaçan ettikten sonra uyuklamaya devam ediyordum.

***

Koltuğumun hemen dibinde bir tutunma direği var. 18-20 yaşlarında bir kızla, ‘anne’ dediği 50 yaşlarında bir kadın kalabalığın arasından sıyrılıp geldi ve bu direğe yapıştılar. Çerkes kanım vicdanımı çok rahatsız etmesine rağmen kalkıp yer veremedim.

Hemen Jambot dedem geldi aklıma. Kendisi 78 yaşında ama şimdi burada benim yerimde olsa çoktan ayağa fırlamış ve yerini bu hanımlara vermişti.

Bir de benim bu halimi görse var ya… Ü-hüüü, kesin kükrerdi:

- “Wa-wii-wu! Bu ne  utanmazlık! Çabuk kalk yer ver hanımlara. Sende hiç Adigelik de kalmamış!”

Ancak şeytan aklıma girmişti bir kez.

- “Yahu senin Çerkes olduğunu kim bilecek? Otur oturduğun yerde. Mazeretin var, yorgunsun işte” diyor, vicdanımın sesini bastırıyordu.

Bu şekilde iki-üç durak daha gittik. Ama duygularım beynimi zımparalamaktan vaz geçmiyordu…

Başımı kaldırıp bakamamakla birlikte, başucumdaki genç kızın gözlerinin üzerimde gezindiğini hissediyordum. İçinden, “Kalksa da anneme yer verse” diye düşündüğünden ise hiç şüphem yok… 

Ben bu düşünceler içinde gel-gitler yaşarken, kadın kızına dönerek Adigece,

- “Janset, diz ağrım tuttu yine. Bu gençler de ne kadar bencil böyle. Yaşlıdır, kadındır deyip kimseye yer vermiyorlar. Şunlara baksana, hepsi ne kadar da pişkin!” demez mi?

Ooyyy… Sanki başımdan aşağı kaynar sular döküldü. “Allahım yer yarılsa da yerin dibine girseydim bu durumu yaşayacağıma. Bu ana kız Adige yahu!”

Kız da annesine Adigece cevap verdi:

- “Ne bekliyorsun ki? Burası köyümüz değil, bunlar da Adige değil.”

Bu sözler öldürücüydü. Sarf ettiği Adigece kelimelerın her biri dom dom kurşunu olmuş, beynimi, vücudumu adeta delik deşik etmişti.

Allahım nedir bu başıma gelen?

Her tarafımı ateş basmış, sırtımdan aşağı ter boşanmıştı. Resmen can çekişiyordum. Yüzümün en koyu kırmızıya büründüğüne de şüphem yok. Fark ettiler mi ki? Yok canım olamaz, onlara bakmadım ki. Ama yüzümün halini görseler, konuştuklarını anladığımı kesin fark ederlerdi. İşte o zaman eyvah ki eyvah...

Suçluluk refleksiyle ikinci bir yanlış daha yapıp biraz daha öne eğildim, kabanımın başlığını yüzümü kapatması için daha bir öne çekiştirdim. Bir taraftan da, “Allahım, inşaallah tanıdık bir aile değildir bunlar” diye de içimden dualar ediyordum.  

Şu saatten sonra kalkıp yer versem, yüzyüze gelecek, düştüğüm rezil hali bir de alâyı vâlâ ile ilan etmiş olacaktım; öyle ya, bu iki Adige hanım üç duraktan bu yana başımda dikildiği halde onlara yer vermemiştim, onlar da cümlelerini kurmuşlardı. Şimdi ne diyerek yer verecektim? Hem böyle bir şey yapsam yüzüme dikkat kesileceklerdi ki maazallah bunu hiç istemem. Neticede aynı cemiyetin mensuplarıyız; yollarımız kesişmiş de olabilir bundan sonra kesişecek de. O zaman ne olacak peki?

Tam “iki ucu pis değnek” durumu yani…

“En iyisi çaktırmadan sıvışmak” diyorum kendi kendime ve planımı yapıyorum: İlk durakta yerimden kalkacak, öne doğru eğilerek ve başımı ayrıca eğik tutarak, kapşonum da çekili vaziyette yüzümü hiç göstermeden anne kızın arasından süzülüp geçiverecektim; ki kendilerine yer veriyorum zannıyla teşekküre falan yeltenip yüzüme bakacak fırsatları olmasın…

Sonrasında da hemen kendimi kapıdan dışarı atıp, arkadan gelen araçla yoluma devam edecektim.

Evet, rezil olma ihtimalini bertaraf edecek tek çıkış yolu bu gözüküyordu.

***

Başımı hafifçe çevirip camdan dışarı baktım, Küçükçekmece durağından yeni hareket ediyorduk. Sonraki durak Cennet Mahallesi... Planımı bu durakta uygulamaya karar verdim. “Üç-beş dakikalık mesafe ama biliyorum ki şimdi yüz yıl çekecek... Haydi hayırlısı…”

***

Sabah yoğunluğunda seferdeki metrobüs sayısı da fazla oluyor. Dolayısıyla aralarındaki mesafeyi korumak için oldukça yavaş gidiyorlar. Ayrıca peronlara yanaşıp yolcu indirip bindirirken birbirlerini beklemek zorundalar. Bunların hepsi sabrımı tüketecek şeyler ama ne yapabilirim? El-mecbur bekliyorum

Bu arada koltuğumda iyice küçüldüm. Kapşonum başımda, başım önümde, gerilmiş bir ok gibiyim; otobüs dursun, anında fırlayacağım.

Ama şu zaman… Lanet olası akmayan şu zaman… Aytmatov, “Gün uzar yüzyıl olur” derken böyle bir anı mı tarif etmek istemişti acaba?

Ve işte nihayet Cennet durağına ulaştık.

Önümüzdeki otobüsler indi-bindi yapıyor; bizim otobüs de peron girişinde onların işini bitirmesini bekliyor. Bilahare yanaşıp o da kapılarını açacak.

Bekliyoruz...

Perona bir yanaşsa, hemen harekete geçeceğim...

Nihayet aracımız hareketleniyor ve ben de aport vaziyete geçiyorum…
    O da ne, tam bu sırada kulağıma derinden bir Ağlatan Kafe müziği geliyor…

“Hadi be!.. Bu… bu benim telefonum yahu… nereden çıktı şimdi bu”

İşte rezaletin ikinci perdesi başlamıştı.

Telefonumu bir an önce susturmak için hızla elimi sağ cebime atıyorum, ama telefon orada değil. Vakit geçirmeksizin sol cebime hamle ediyorum, lanet olsun burada da yok.

“Nerede lan bu telefon?”

Ben buluncaya kadar telefonun sesi yavaş yavaş yükselerek maksimuma çıkıyor. Kan ter içinde ikiye bükülmüş vaziyetteyim, başım neredeyse dizlerimde.

Oturduğum yerde hızla bacağımı ileri uzatıp belden aşağımı düzleştiriyorum ki kot pantolonumun cebine de bakabileyim. Hayret, orada da yok. Diğer taraf; o da aynı.

Nabzım yükselmiş, “Nerede bu lanet telefon?” diye sinirle mızıldıyorum. Ellerim karate yapan Çinliler gibi hızla bütün ceplerimi bir kez daha yoklarken, Ağlatan Kafe’nin müziği artık bütün otobüsü sarıyor. “Hah, tam oldu” diyorum, “Sadece oynayan çiftimiz eksik.”

Ne kadar çok açmışım meğer ben bu telefonun sesini…

Perişan, ümitsiz ve bilinçsizce çırpınıyordum. İçimden “Allahım, n’olur beni buradan uzaklaştır” diye de dualar ediyordum. Mümkün olsa önümdeki koltuğun altına girip oradan kendimi ışınlayacağım. Öyle bir panik halindeyim ki başımı kaldırıp Çerkes hanımların halini göremesem de tahmin ediyordum: İrileşmiş gözleriyle bana baktıklarından hiç şüphem yok.

Bu arada ellerim deli gibi giysi ceplerimi yoklamaya devam ediyor:

“Nerede bu Allahın cezası telefon, nerede? Çık lan ortaya çık…”

Derken Adige kadının sesini duydum:

- “Wo-wii! Bu genç Adige galiba Janset?”

“Allah kahretsin... Aha korktuğumla yüzleşiyorum.”

Bu arada hiç yapmadığım bir şeyi yapıp telefonu kabanımın hiç kullanmadığım süs şeklindeki göğüs cebine tıkıştırdığımı fark ediyorum. Bu daracık cebe nasıl sıkıştırdıysam, çıkartmaya çalışırken elimden fırttığıyla pat diye Adige hanımlarının ayaklarının dibine düşüp dağılmaz mı?…

Buyur işte, kel üstüne çıban…

Telefon bir tarafa, pili öbür tarafa…

Tabii, telefonla birlikte darmadağın olan benim. Anne kız refleks olarak bir adım geriye doğru çekilirken, aceleyle yerden topladığım parçaları birleştirme gayretine girdim şaşkınlıkla. Elim ayağım tamamıyla birbirine karışmış, kelimenin tam manasıyla debeleniyordum.

Xabzeyi göz ardı ederek düştüğüm girdabın içinden çıkmak için kıvranırken, metrobüs de indi bindilerini tamamlamış yavaşça duraktan ayrılıyordu.

“Yoo yo; bu kadarı fazla” diyerek gözlerimin dolmasına mani olamadım.

Telefon bütün planlarımı berbat etmiş, maalesef becerip Cennet Durağı’nda inememiştim.

“Eh, Cennet durağında indirmediyseler, demek ki yolculuğun Cehenneme Kuriç” diyorum kendi kendime umudum tükenmiş bir vaziyette. Azabım devam edecek belli ki…

Panikteyim, nabzım muhtemelen 140-150. Başımı hafifçe kaldırdığımda, koltuğuma yakın olan bütün gözlerin üzerimde olduğunu fark ediyorum. Öyle ya, telefonun zır zır öter, deli gibi oranı buranı karıştırır, bir de sakarlık edip telefonunu arabanın içine yayarsan… olacağı buydu.  

Birden kararımı veriyor ve ne olursa olsun deyip, başım eğik vaziyette, ok gibi anne kızın arasından fırlayıp, milleti yara yara otobüsün arkasına doğru koşturmaya başlıyorum. Ortalık birbirine giriyor. Ayakta uyuklayıp bir an önce işyerine ulaşmaya çalışan insanların hepsi cin gibi oluyor. Tabii hepsi isyanda:

“N’oluyor kardeşim?”, “Dikkat etsene!”, “Aaa, üstüme iyilik sağlık”, “Yavaş ol birader, delirdin mi?”, “Ulan ayağıma bastın…!”

Ama hiçbirini duyacak durumda değilim.  15 saniye sürmüyor otobüsün en önünden en arka kapısına varışım. Kapşonum çekili, başım göğsümde, nefes nefese ve ter içinde kapının kenarındaki direğe yapışıyorum. Etrafım bir anda boşalıveriyor. Bulaşmak istemiyorlar besbelli. Deli gibi davranışlarım sonrası tekinsiz görünüyor olmalıyım. Menzilim içinde kalan yakınımdakilerin değil ama rahatsız ettiğim uzaktaki insanların homurtuları, bağırışları hâlâ sürüyor ve ben ise hiç o tarafa dönüp bakmıyorum. Bu şekilde saatlermiş gibi gelen birkaç dakika daha geçirdikten sonra Beşyol durağında kapıların açılmasıyla kendimi dışarıya atmam bir oluyor.

Peronda hemen otobüsün yönünün ters istikametine koşturmaya başlıyorum. Tek hedefim araçtan olabildiğince uzaklaşmak. Ve kendimi en uçtaki boş bankın üzerine atıyorum. Sinirlerim boşanmış olmalı ki gözümden akan yaşlara mani olamıyorum.

Dağılmış vaziyetteki telefonu cebimden çıkartıp toparladıktan sonra arama sesi olarak atadığım Ağlatan Kafe müziğini düz bir zil sesi ile değiştirirken, “bu müziğe ismini veren kişi, zaman tüneline girip benim şu halimi görüp de mi bu ismi verdi acaba“ diye düşünmekten de kendimi alamıyorum.

***

Siz siz olun, xabzeyi sadece soydaşlarınızın arasındayken değil, hayatınızın her anında yaşayın, uygulayın.

Yoksa xabze çalışıyor ve anında cezasını kesiyor…

Benim yaşadıklarım zaten bunun açık bir ispatı değil mi?



2820 kez okundu. Yazarlar

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın

Yazarın diğer yazıları

adigebze I-II
Nükte!

KISSADAN HİSSE

-Moğollar Buhara’yı kuşattıklarında, uzun süre şehri teslim alamadılar. Cengiz Han Buhara halkına bir haber gönderdi: Silahlarını bırakıp bize teslim olanlar güven içinde olacaklar, ama bize direnenlere asla eman vermeyeceğiz.

-Müslümanlar İki gurup oldu: Bir gurup; asla teslim olmayalım, ölürsek şehit, kalırsak Gazi olur, Şeref’imizle yaşarız dediler. Öbür gurup ise; kan dökülmesine sebep olmayalım, sulh iyidir, hem silah, hem de sayı olarak onlardan azız, gücümüz onlara yetmez, dediler ve teslim oldular.

-Cengiz Han, silah bırakanlara; teslim olmayanlara karşı bize yardımcı olun, galib geldiğimizde şehrin yönetimini size bırakalım dedi. Böylece İki müslüman gurup savaşmaya başladılar. Moğollar’ın da yardımı ile, teslim olanlar galib geldi. Savaştan sonra Cengiz Han teslim olanların silahlarının alınmasını ve kafalarının kesilmesini emretti. Sonra meşhur sözünü söyledi: “Eğer güvenilir olsalardı, bizim için kardeşleri ile savaşmazlardı. Kardeşlerine bunu yapanlar, yarın da bize yapar.”

 

Site İçi Arama

 

Google Site

 

Üyelik Girişi