• https://www.facebook.com/%C3%87erkes-Haklari-Inisiyatifi-1720870914808523/
  • https://twitter.com/CerkesHaklari
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi4
Bugün Toplam72
Toplam Ziyaret987188
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar32.477332.6074
Euro34.596434.7351
Semerkew
SÜRGÜN EDEBİYATI

ERDAL ÖZDEN

(Eğitimci-yazar Sayın Erdal Özden'in, şimdi yayında olmayan bir web sitesinde yıllar önce yayınladığı makalesini, önemine binaen bir kez de Özgür Çerkes sayfalarında dikkatinize sunuyoruz.)

***

Başlığımızı, okuyucuda belki ilk çağrıştıracağı şekliyle bir kinaye ya da ironi yapmak amacıyla seçmediğimizi; aksine, doğrudan ve gerçek anlamıyla bir sürgün edebiyatı oluşturamadığımızdan söz etmek istediğimizi hemen belirtelim.

Evet, biz Çerkesler 145 yıllık sürgün hayatımızda, dünyanın en büyük toplumsal travmasını yaşayan, tarihin en büyük soykırımlarından birine maruz kalan bir halk olarak, bu dramımızı maalesef edebiyata dökemedik, bir sürgün edebiyatı oluşturamadık.

Neden edebiyata vurgu yapmak istediğime gelince, bunun nedeni, “Sürgün” ile ilgili olarak yazılanları sitelerimizden takip ederken, değerli dostum Erol Karayel’in “21 Mayıs” başlıklı bir şiirinin, yine “Biz Rusya’ya Kendi İsteğimizle Katılmadık” başlıklı yazımıza(çeviri) yapılan yorumlardan Derya Hazır’ın bir şiirindeki sadece bir dörtlüğünün bile bende hâsıl ettiği heyecandır diyebilirim.

Ayrıca merhum Osman Çelik’in Nartlar isimli hikâye kitabındaki sürgünü yaşayan bir küçük Çerkes kızının hikâyesini, 25 yıldır hala unutamayışım. Öğrencilik yıllarımızda okuduğumuz, Tolstoy’un Hacı Murat’ı, Tarık Mümtaz Göztepe’nin “İmam Şamil”i gibi ünlü romanların, bir ömür üzerimizde bıraktığı tesirlerin hala canlı bir şekilde yaşıyor olmasıdır.

Aynı şekilde, bu edebi eserlerin bende, bu konuda yazılan çok ciddi, ilmi, fikri, -buna kendi çevirilerim de dâhil- yazılardan daha bir heyecan ve duygu yoğunluğu yaşattığını, daha canlı bir tarihsel algı, toplumsal hafıza dinginliği sağladığını fark etmiş olmamdır.

Yine bu edebi metinlerin, sürgünle ilgili olarak bu güne kadar okuduğumuz makalelerden, gerek konuşmacı, gerekse dinleyici olarak katıldığımız, panel, konferans, TV programların vb. tüm etkinliklerden daha çok ruhuma tesir ettiğini ve bendeki mücadele azmini daha çok kamçıladığını da fark ettim sanki.

Bu arada, 1996 yılında Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti’nin Başkenti Çerkesk’teki 3. Dünya Çerkes Birliği programı ve etkinlikleri çerçevesinde, Habez köyünde izlediğimiz, sürgünle ilgili bir tiyatronun bende bıraktığı etkiyi hala unutamadığımı da söylemeliyim.

İşte bu sebeplerdendir ki, edebiyatın bu büyüleyici gücünden hemen hemen hiç yararlanamadığımızı düşündüm.

Oysa bizim halkımızın yaşadığı bu büyük trajediden, bu büyük travmadan ne büyük klasikler çıkarılabilir, ne ölümsüz şiir, roman, hikâye tiyatro ve senaryolar yazılabilirdi.

Ama maalesef, uluslararası edebiyat çevrelerinde dikkat çekecek bir eser ortaya koyamadık bugüne kadar. Ya da tanıtamadık.

Ağıtlarımızdan başka neyimiz var? Onları da hep kendimiz söyledik, kendimiz dinledik. Başkalarına anlatmadık. Tıpkı düğünlerimizi de uzun süre kimseyle paylaşmadığımız gibi. Yüz yıldır kapalı toplum psikolojisiyle yaşayageldik.

Oysa onları anlattığımız zaman, yaşadığımız trajediden insanlar haberdar olduğunda, çok insani ve vicdani tepkiler aldık, alıyoruz. Birazdan sözünü edeceğim İzmir’in Bayındır ilçe kaymakamı gibi. Aynı ilçenin Arıkbaşı Köyü’nün vefalı dostu, köyün tarihçesini yazan, Yörük Tarih öğretmeni gibi. Amcaoğlu Kuşha Doğan’ın 2. albümünü, parasını verip alan ve Selma Yengenin o inanılmaz yorumuyla söylediği ağıtı, sözlerini anlamadığı halde, belki benden çok dinleyen sevgili dostum, meslektaşım, edebiyat öğretmeni Faruk Aksoy gibi. Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Mehmet Özhaseki gibi.

İyi ki dostlarımız var, iyi ki, seviliyoruz, sevenlerimiz var.

Hele, bu dramı beyaz perdeye, sinemaya taşıyamayışımız! Bu trajediyi, jenosidi dünyaya tanıtacak bir film yapamayışımız, en büyük eksiğimiz.

Beyaz perdenin, günümüzde daha yaygın ve daha çağdaş haliyle görsel medyanın, yani televizyonun; bu sihirli kutunun, bugün ne kadar etkili olduğunu artık bilmeyen var mı?

Yahudilerin önce sinemayı (beyaz perdeyi), daha sonra TV ekranlarını ne kadar etkili ve etkileyici bir şekilde, Yahudi soykırımını anlatmak için kullandıklarını ve en büyük silahlarının bu olduğunu hepimiz görüp durmuyor muyuz?

Yahudilerin yine, o ünlü Amerikalı (ekseriyeti Yahudi asıllı) aktörlerin, inanılmaz ustalıkla, insanları TV ekranına kilitleyen, Nazilerin Yahudilere yaptıkları soykırım hikâyelerinin fevkalade sanatkârane işlendiği, o müthiş filmlerin gücünden nasıl yararlandıklarını hepimiz biliyoruz.

Aynı şekilde ve bu defa tersinden, İsrail’in Filistinlilere uyguladığı vahşet ve soykırımın filme aktarılmış halinin de en büyük etkiyi meydana getirdiğini ve ses getirdiğini de biliyoruz. “Zehra’nın Gözleri” filminden söz ettiğimi anlamışsınızdır.

Bu arada şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Ünlü aktör ANTHONY QUINN‘in oynadığı meşhur “çağrı” filmini ve Libya’nın özgürlük mücadelesini anlattığı “Ömer Muhtar”ı her izleyişimde, ANTHONY QUINN’e, o harika Çerkeska’mızın ne kadar yakışacağını ve bu kostümle bir İmam Şamil’i, ya da bir Hatoğşoko Muhamed’i, Hacı Granduk Berzeg’i, Hacı Ğuzbek’i veya Şıruh Yıko Dığuj’u canlandırdığı zaman, bunun ne emsalsiz ve ölümsüz, inanılmaz büyüleyici estetik değerde, şahane bir sanat eseri olacağını hep hayal ederdim.

Artık zulüm gören her halk, edebiyatın ve medyanın gücünden yararlanmanın bir şekilde mutlaka yolunu bulmaktadır. Bizim hiç başaramadığımız, ya da hiç denemediğimiz şeyin…

Bir düşünün, Kafkaslıların/Çerkeslerin 300 yıllık destansı özgürlük savaşlarından ve tarihin şahit olduğu belki en acımasız, en korkunç, caniyane savaşın, savaş sonrası hiçbir ulusun dramıyla kıyaslanamayacak kadar büyük bir trajedi, soykırım yaşayan bu halkın, bu acılı tarihinden ne filmler çıkarılabilirdi. İnsanlığın vicdanını kanatacak ve vicdanları taşlaşmamış, insani değerlerini tümüyle yitirmemiş insanların dikkatini bu trajediye çekecek ne muhteşem film kareleri…

Belki binlerce kareden sadece bir tanesinin hikâyesinin (sürgün esnasındaki iki kız kardeşin dramı) Sayın Özhaseki’yi ağlattığına göre, gerisini siz düşünün.

Demem o ki, bu güne kadar acımızı, davamızı anlatacak güçlü bir sürgün edebiyatı oluşturamadık. Bu büyük bir eksiklik. Ancak zararın neresinden dönersen kârdır kabilinden, artık eli kalem tutan, kalem erbabının, kalemlerini bu alanda daha aktif kullanmalarını temenni ediyorum.

Bu davaya gönül vermiş sermaye sahibi hemşerilerimizi de, bu edebi ürünlerin medya aracılığı ile dünyaya duyurulması, uluslararası arenaya taşınması, dünya kamuoyunun, insanlığın vicdanının önüne konması için birazcık fedakârlık yapmaya çağırıyoruz.

Yukarda sözünü ettiğim Bayındır Kaymakamı, İlçenin Çerkes Köyü Arıkbaşı’nda Mayıs Ayı etkinliklerindeki konuşmasında özetle şunları söylemişti:  “Aydın’ın Nazilli İlçesinde Nazilli Kafkas Derneğinin bir davetinde ancak vakıf olduğum Ubıhce’nin trajik hikâyesi beni çok etkiledi. Bu olmamalıydı. Dilinizi ve kültürünüzü yaşatmalısınız.” Bizimle ilgili daha birçok sitayişkâr cümleler...

Ya, kürsüye çıkıp kendisinin Çerkes olmadığını, Yörük olduğunu söyledikten sonra Arıkbaşı Çerkes Köyünün tarihçesini, Çerkeslere ve Arıkbaşı’na bir vefa duygusu ve borcu için yazdığını söyleyen tarih öğretmeninin, “Kaymakam beyin de ifade ettikleri gibi, Ubıhce’nin yok olması benim için de büyük bir üzüntü kaynağı. Artık konuşulmayan bu dili, en azından kayıt altına almak için bir Fransız bilim adamının (George Dumezil) Türkiye’ye gelip Manyas’ta aylarca ikamet etmesi, bizim adımıza utanç verici. Bunu bir Fransız değil, bir Türk yapmalıydı.” sözlerine ne demeli?!

Her ikisi de o kadar içten ve samimi, cesurca konuştular ki, her ikisini de platformdan inince kucakladım ve teşekkür ettim.

Yukarda da söylediğim gibi, kendimizi ve trajedimizi anlatabilirsek, bu ve benzeri daha nice soylu sesler duyacağız.

Sanıyorum konuyu başlığımızın ifadelendirdiği çerçevenin dışına taşırdık ve belki biraz da dağıttık. Ama dostlar inanın şu anda kompozisyonun kurallarını ve çerçevesinin kaygılarını hiç hesap edecek ruh halim yok

Saygılarımla…

 

Erdal ÖZDEN

kushaerdal@gmail.com

 

  
940 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
adigebze I-II
Nükte!

KISSADAN HİSSE

-Moğollar Buhara’yı kuşattıklarında, uzun süre şehri teslim alamadılar. Cengiz Han Buhara halkına bir haber gönderdi: Silahlarını bırakıp bize teslim olanlar güven içinde olacaklar, ama bize direnenlere asla eman vermeyeceğiz.

-Müslümanlar İki gurup oldu: Bir gurup; asla teslim olmayalım, ölürsek şehit, kalırsak Gazi olur, Şeref’imizle yaşarız dediler. Öbür gurup ise; kan dökülmesine sebep olmayalım, sulh iyidir, hem silah, hem de sayı olarak onlardan azız, gücümüz onlara yetmez, dediler ve teslim oldular.

-Cengiz Han, silah bırakanlara; teslim olmayanlara karşı bize yardımcı olun, galib geldiğimizde şehrin yönetimini size bırakalım dedi. Böylece İki müslüman gurup savaşmaya başladılar. Moğollar’ın da yardımı ile, teslim olanlar galib geldi. Savaştan sonra Cengiz Han teslim olanların silahlarının alınmasını ve kafalarının kesilmesini emretti. Sonra meşhur sözünü söyledi: “Eğer güvenilir olsalardı, bizim için kardeşleri ile savaşmazlardı. Kardeşlerine bunu yapanlar, yarın da bize yapar.”

 

Site İçi Arama

 

Google Site

 

Üyelik Girişi