• https://www.facebook.com/%C3%87erkes-Haklari-Inisiyatifi-1720870914808523/
  • https://twitter.com/CerkesHaklari
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam125
Toplam Ziyaret978951
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar32.142532.2713
Euro34.804134.9436
Semerkew
Anadilde eğitim mi, anadilin öğretimi mi?

Prof. Dr. ERGUN ÖZBUDUN / Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi

İçinde bulunduğumuz anayasa yapımı sürecinde çözülmesi gereken en önemli düğümün Kürt sorunu olduğunda kuşku yoktur. Bu sorunun temel boyutlarından birini de, Kürtçe eğitim ve öğretim sorunu oluşturmaktadır. Kürtçenin (veya başka anadillerin) devlet okullarında hiçbir şekilde öğretilmemesini savunan aşırı Türk milliyetçisi görüşler bir yana bırakılırsa, bu konuda iki farklı yaklaşımın olduğu göze çarpmaktadır. Biri, milliyetçi Kürt siyasal hareketinin talep ettiği, bazı liberal demokrat yazar ve düşünürlerin de desteklediği “anadilde eğitim” yaklaşımıdır. Bunun ayrıntılı içeriği açıklanmamakla beraber, öyle görünüyor ki, kastedilen okul-öncesi eğitimden üniversite mezuniyetine kadar Kürtçenin hâkim olduğu bir eğitimdir. Gene anlaşılmaktadır ki, bu sistemde Türkçeye ancak bir ikinci dil olarak sınırlı ölçüde yer verilecektir. İkinci görüş ise, Kürtçenin ve talep olduğu takdirde Türkiye’de konuşulan diğer anadillerin seçimlik ders olarak öğretilmesidir. Bu sadece dil öğretimini değil, gene seçimlik olmak şartıyla, Kürt edebiyatı, Kürt toplum yapısı, Kürtlerin tarihi gibi konuları da kapsayacak genişlikte düzenlenebilir.

Aslında rasyonel tartışmalara açık olması gereken bu konu, zaman zaman, Türkiye’nin birçok sorununda olduğu gibi, ideolojik şablonlarla, “ya hep, ya hiç” mantığıyla ele alınmaktadır. Oysa sorunun elbette ideolojik ve kimliksel yönleri olduğu kadar, sosyolojik, psikolojik ve pedagojik yönleri de vardır. Anadilde eğitimi sınırsız ve mutlak bir hak olarak gören siyasetçiler ve yazarlar, konunun tartışılacak ve müzakere edilecek yönünün bulunmadığı görüşündedirler. Bu görüşe göre sınırsız bir anadilde eğitim hakkı talebi, Kürt kimliğinin korunması bakımından zorunludur ve Türkler yönünden bu talebi kabul etmek, sadece siyasî değil, aynı zamanda ahlâkî bir yükümlülüktür. Tabiî haklar, tartışma ve müzakere konusu olamaz. Bu hakkın mutlak anlamıyla tanınmaması, dolaylı yoldan da olsa, asimilasyonist bir yaklaşımı çağrıştırmaktadır.

Kürtçe hakim dil mi olsun?

Oysa burada sorun, bir tabiî hakkın tanınmasının reddedilmesi değil, okul-öncesi eğitimden başlayıp üniversite çağı da dahil olmak üzere, bütün öğrenim hayatında Kürtçenin hâkim dil olarak kullanılmasının, toplumda birbirlerini anlamayan, birbirleriyle iletişim kuramayan iki grubun varlığına yol açıp açmayacağıdır. Burada dile getirilen endişe, böyle bir sistemin, zaten mevcut olan ayrışmayı daha da derinleştireceği ve belki sonunda tam bir ayrılıkla sonuçlanabileceğidir. Ayrıca bu yaklaşımın, Kürt gençleri bakımından ciddî istihdam sorunları yaratacağı da unutulmamalıdır. Aslında, anadilde eğitimi savunanlarla, anadilin öğretimini savunanlar arasındaki fark, abartıldığı ölçüde büyük değildir. Buna rağmen, anadilin öğretilmesini savunanların, Kürt dilini, kültürünü, hattâ Kürtlerin varlığını reddeden, inkârcı ve asimilasyonist zihniyetlerle neredeyse aynı kaba konulmak istenmesi, son derece haksız bir tutumdur. Kürtçenin hâkim dil olduğu bir “anadilde eğitim” yaklaşımına, yabancı kolejler ve ağırlıklı olarak bir Batı dilinde eğitim veren devlet okulları da örnek gösterilemez. Çünkü bu okullarda öğrenim gören öğrenciler, Türkçeyi anadilleri olarak ana-babalarından, arkadaşlarından, çevrelerinden, televizyondan öğrenebildikleri halde, Kürt çocukları bu imkânların pek çoğundan yoksun olacaklardır.

Nihayet, bir hususu ilke olarak benimsemek, onun uygulanma şeklinin asla “müzakere” edilemeyeceği anlamına da gelmez. Meşhur deyişle, “şeytan ayrıntılarda saklıdır.” Kürtçe ve diğer anadillerin öğretimi ilke olarak kabul edildikten sonra, onun kapsamının ve şekillerinin tartışma ve müzakereler yoluyla belirlenmesi, sadece meşru değil, aynı zamanda gereklidir de. Bu tartışmada elbette, salt ideolojik değil, sosyolojik ve pedagojik veriler de dikkate alınmalıdır. Burada özellikle kaçınılması gereken bir tutum, reddiyeci ve inkârcı bir zihniyetle, anadil öğrenimine kapıları açmaktan kaçınmaktır. Mevcut durum, temel insan haklarına aykırı olduğu gibi, okula yeni başlayan Kürt öğrenciler bakımından da ağır psikolojik ve pedagojik sorunlara yol açmakta, birdenbire bilmedikleri veya pek az bildikleri bir dilde öğrenime başlamak zorunda kalan bu çocuklar, ciddî sıkıntılar çekmekte, öğrenimdeki başarıları çok olumsuz şekilde etkilenmektedir.

Talep üzerine seçimlik ders olarak anadil öğretimine başlanabilmesi için, bir anayasa değişikliğini beklemeye de gerek yoktur. Yürürlükteki Anayasanın, bazılarınca buna engel olarak gösterilen 42’nci maddesi, aslında böyle bir engel oluşturmamaktadır. Bu maddeye göre, “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” Burada kastedilen, elbette, Türkçeden başka bir dilin hiçbir şekilde okutulamayacağı ve öğretilemeyeceği değil, hâkim eğitim dili olarak okutulamayacağı ve öğretilemeyeceğidir. Nitekim yabancı kolejlerde ve bazı devlet okullarında bir Batı dili, hâkim eğitim dili olarak kullanılabilmektedir. Türkiye’de oldukça önemli bir azınlığın anadili olan Arapça, imam hatip liselerinde, ilâhiyat fakültelerinde, yüksek İslâm enstitülerinde ve birçok üniversitenin edebiyat fakültelerinde kapsamlı şekilde okutulmaktadır. Yeni anayasa yapımı sırasında mevcut 42’nci madde, elbette daha demokratik yönde değiştirilmelidir. Burada ifade etmek istediğim, böyle bir uygulamanın, bu değişikliği beklemeksizin başlatılmasının mümkün olduğudur. Nihayet, anadilin öğretimi ve eğitimi konusunda mâkul bir çözüm arayışına ışık tutması gereken milletlerarası sözleşmelerden de azamî ölçüde yararlanılmalıdır. Bunlar arasında, özellikle, kuruluşundan beri üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi çerçevesinde kabul edilmiş olan “Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme” ve “Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı” birinci derecede önem taşımaktadır.

Azınlık dillerinin öğrenimi

Bu sözleşmelerden ilki, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesince 10 Kasım 1994’te kabul edilmiş ve 1 Şubat 1995’te imzaya açılmıştır. Bu sözleşme, Türkiye’nin de dahil olduğu çok az sayıda ülke dışında, Avrupa Konseyi üyesi ülkelerin büyük çoğunluğu tarafından imzalanmıştır. Sözleşme, ulusal azınlıkların bir tanımını vermiş değildir. Ancak sözleşmenin hazırlık çalışmalarına katılan ve bu konuda bir öneri hazırlayan Venedik Komisyonu’na göre “azınlık terimi, bir devletin nüfusunun geri kalanından sayıca az olan, üyeleri o devletin vatandaşları olan, nüfusun geri kalanından etnik, dinsel ve dilsel bakımdan farklı özelliklere sahip bulunan ve kültürlerini, geleneklerini, dinlerini ve dillerini koruma iradesiyle yönlenen bir grubu ifade eder.” Bu tanım ve onun içerdiği vatandaşlık şartının sözleşmede yer almamış olması, vatandaş statüsünde olmayan azınlıkların, özellikle göçmenlerin, bu sözleşmeden yararlanıp yararlanamayacağı konusunda tartışmalara yol açmıştır. Ancak, genellikle kabul gören görüş, sözleşmenin sadece vatandaşları kapsadığı, göçmen işçilerin durumunun ayrı bir Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nde (24.11.1977 tarihli, “Göçmen İşçilerin Hukukî Statüsü Hakkında Avrupa Sözleşmesi”) düzenlenmiş olduğudur.

Çerçeve sözleşme, ayrımcılık yasağı, pozitif ayrımcılık, dil hakları, barışçı toplanma hürriyeti, yerel ve özerk temsil hakkı, idarî makamlarla ilişkiler ve kamu işlerine katılma gibi çeşitli konuları düzenlemekte ve bir denetim mekanizmasına yer vermektedir. Sözleşmenin 13’üncü maddesine göre, “Taraflar, kendi eğitim sistemleri çerçevesinde, bir ulusal azınlığa mensup kişilerin kendi özel eğitim ve öğretim kurumlarını kurma ve yönetme hakkına sahip olduğunu tanırlar. Bu hakkın kullanımı, taraflara herhangi bir malî yükümlülük getirmez.” Sözleşmenin 14’üncü maddesine göre de, “Taraflar, ulusal azınlığa mensup her kişinin kendi azınlık dilini öğrenme hakkına sahip olduğunu tanımayı taahhüt ederler. Ulusal azınlıklara mensup kişilerin geleneksel olarak ya da önemli sayıda yaşadıkları bölgelerde, yeterli talep varsa, taraflar, mümkün olduğu ölçüde ve kendi eğitim sistemleri çerçevesinde, bu azınlıklara mensup kişilerin azınlık dilinin öğretilmesi, ya da bu dilde eğitim görmeleri için yeterli fırsatlara sahip olmasını sağlamaya çaba gösterirler. Bu maddenin 2’nci paragrafı, resmî anadilin öğretilmesi veya bu dilde eğitim yapılmasına halel getirmeksizin uygulanacaktır.” Gene Avrupa Konseyi çerçevesinde imzalanan 5.11.1992 tarihli “Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı” da, 8’inci maddesinde bölgesel ve azınlık dillerinin eğitim ve öğretimini çok daha ayrıntılı şekilde düzenlemiştir.

Bütün bu hükümler, taraf devletlere, azınlık dillerinin eğitim ve öğretimi prensibinin özüne halel gelmemek şartıyla, oldukça geniş bir hareket serbestisi tanımaktadır. Yukarıda alıntılanan hükümlerde geçen, “yeterli talep varsa,” “mümkün olduğu ölçüde,” azınlık dilinin öğretilmesi ya da bu dilde eğitim görme,” “resmî dilin eğitim ve öğretimine halel gelmemesi” gibi ifadeler, taraf devletlere tanınan bu takdir serbestisi alanını tanımlamaktadır. Dolayısıyla, anadilin öğretimi ilkesini hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde kabul etmek şartıyla, bu eğitim ve öğretimin şeklini, kapsamını ve resmî dil olan Türkçe ile ilişkisini, yapıcı ve rasyonel şekilde tartışmak, söz konusu milletlerarası sözleşmeler çerçevesinde de tamamen meşrudur. Türkiye’nin şimdiye kadar imzalamadığı bu iki sözleşmeyi imzalaması, konunun Avrupa standartları çerçevesinde tartışılmasını kolaylaştıracak bir adım olacaktır.

________________________--

STAR, 23-01-2012

  
5135 kez okundu

Yorumlar

     27/08/2020 18:05

Zulümle abad olanın ahiri berbad olur
Misafir -

Anadil     20/02/2020 05:15

Haklısınız. Anadil Eğitimi olur, olmalı. Ana Dilde Eğitim Kürtçe is, olmaz! Lûtfen okuyun: http://www.angelfire.com/vt2/vatansever/vs01.html
Misafir -

adigebze I-II
Nükte!

KISSADAN HİSSE

-Moğollar Buhara’yı kuşattıklarında, uzun süre şehri teslim alamadılar. Cengiz Han Buhara halkına bir haber gönderdi: Silahlarını bırakıp bize teslim olanlar güven içinde olacaklar, ama bize direnenlere asla eman vermeyeceğiz.

-Müslümanlar İki gurup oldu: Bir gurup; asla teslim olmayalım, ölürsek şehit, kalırsak Gazi olur, Şeref’imizle yaşarız dediler. Öbür gurup ise; kan dökülmesine sebep olmayalım, sulh iyidir, hem silah, hem de sayı olarak onlardan azız, gücümüz onlara yetmez, dediler ve teslim oldular.

-Cengiz Han, silah bırakanlara; teslim olmayanlara karşı bize yardımcı olun, galib geldiğimizde şehrin yönetimini size bırakalım dedi. Böylece İki müslüman gurup savaşmaya başladılar. Moğollar’ın da yardımı ile, teslim olanlar galib geldi. Savaştan sonra Cengiz Han teslim olanların silahlarının alınmasını ve kafalarının kesilmesini emretti. Sonra meşhur sözünü söyledi: “Eğer güvenilir olsalardı, bizim için kardeşleri ile savaşmazlardı. Kardeşlerine bunu yapanlar, yarın da bize yapar.”

 

Site İçi Arama

 

Google Site

 

Üyelik Girişi