• https://www.facebook.com/%C3%87erkes-Haklari-Inisiyatifi-1720870914808523/
  • https://twitter.com/CerkesHaklari
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi9
Bugün Toplam45
Toplam Ziyaret1046192
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar34.115934.2526
Euro37.625337.7760
Semerkew
Çerkes soykırımı(*), Babaannem ve Sochi
LEVENT KAZAK(**)

Kırım Savaşı sonrasında Kuzey Kafkasya topraklarının kontrolünü devralan Rusya, o bölgede binlerce yıldır yaşayan Çerkes halkını, Osmanlı’ya yakın, sürekli sorun çıkartan asiler olarak görüyordu. 1859’da Ruslar, bölge nüfusunu kıyı bölgelerine sürmek amacıyla dağ köylerini boşaltmak ve direnenleri katletmeye yönelik bir askeri seferberlik başlattı. 1860’ta Çar II. Aleksander tarafından Çerkeslere iki seçenek sunuldu: Ya bataklık olan Don bölgesine yerleşecekler ya da Osmanlı’ya sürgün gideceklerdi. Çerkesler cevap olarak bağımsızlıklarını ilan etti. Katliamlar devam etti. Rusların kendi rakamlarına göre üç yıl içinde 450 binin üzerinde Çerkes öldürülmüştü. 1864’te sağ kalanların, Sochi ve diğer limanlardan Türkiye ’ye gönderilmesine başlandı. Kimi tarihçilere göre 1.200.000 civarında insan sürgün edildi. Bunun tahmini 400 bin kadarı tutuldukları kamplarda, gemilerde; açlıktan, hastalıktan, yoksulluktan, donarak, boğularak telef oldu. Çok değil, bundan 150 yıl kadar önce, 1 milyonun üzerinde Çerkes yaşadıkları topraklardan zorla sürülerek hayatını kaybetti. Bu, modern Avrupa tarihinde yaşanan ilk etnik temizlik, ilk soykırımdır.

Küçüktüm. Babam beni bir süreliğine Düzce’de iki kardeşi ile birlikte yaşayan babaannemin yanına bırakmıştı. 70 küsur yaşında üç Adige (Çerkes) ve 6 küsur yaşında ben birkaç yıl birlikte yaşadık. Karşı komşumuz Gürcüler, yan komşumuz Abazalar, arka tarafta Tatarlar, diğer tarafta Şapsığlar, Çeçenler. Çocuklarla sokakta değil, sürgün Kafkasya’sında koşturuyorduk.

Büyük dayımın canı balık çekmiş, Hendek’ten aldığı koca bir yayın balığını eve getirmişti. Büyük teyzem ise balığı istememiş, kapının önüne koymuştu. Dayı durmadan, bunun bir ‘tatlı su balığı’ olduğunu, Karadeniz’in tuzlu suyunda yaşayamayacağını anlatıyordu ama “Balık balıktır” diyordu babaannem. Sonunda dayım beni gösterip, “Çocuk yiyecek, bu yaptığınız günah!” deyince, artık susulmuştu. İçeri giremesek de dayımla ağacın altında oturduk, balığımızı yedik. O günlerde Çerkes evlerinin çoğuna girmezdi balık, hele ki Karadeniz’den çıktıysa. Bu bir ritüel değil, yastı. Anadolu’da yaşayan ikinci kuşaktı bizimkiler. Karadeniz’de dedelerini, babalarını, ninelerini, halalarını kaybetmişler, tanımıyorlarsa da tek tek isimlerini biliyorlardı, büyüklerinden devralmışlar, yasları tazeydi daha. Dokunmuyorlardı balığa, o balıklar sevdiklerini yemişti.  

Çerkes peyniri ile ‘lepsi’ ile tanıştım ve benden bir şey sakladıklarında konuştukları tuhaf dilleriyle. Anlayamıyordum önce. Bir süre sonra, kelimeleri değil belki ama çıkan ses ve niyet arasındaki ilişkiyi kurup, çözmeye başlamıştım Çerkesçeyi. Artık hayatım daha kolaydı, ne yapacaklarını, nereye gideceklerini biliyordum. Aile sırlarımızı öğreniyordum minik minik. Babamla ilgili bana çaktırmadan konuştuklarını duyuyordum. Bunu bir yıl kadar sürdürsem de sonunda kurdukları pis bir planla beni yakaladılar. Bir akşam yemekte aralarında gizli gizli Çerkesçe konuşmaya başladılar, beni İstanbul ’a yollamakla ilgili bir şeyler anlatıyor, biletler filan ayarlanıyor; ben tabii çözüldüm, başladım ağlamaya, onlar ise sevindiler. Ankara ’ya babam için ‘normal’ bir telefon kaydı verildi hemen, “Kendi kendine Çerkesçe öğrendi” diyecekti annesi oğluna torunu için. Kendimle gurur duydum.

Ama hiç konuşmadım, anlamak bana yetiyordu. Belki de o sesleri çıkartacak cesaretim yoktu. Onlar Çerkesce konuşuyor, ben Türkçe cevap veriyordum. Her şey bir sene daha sürdü, hâlâ namaz kılarken önlerinden rahatça geçebildiğim bir yaştaydım, babaannem hastalandı. İstanbul’a döndüm, okula başladım. Bir hastanede gördüm en son onu. Hastalığı ilerlemişti. Çerkesçeyi tane tane değil, kardeşleriyle konuşur gibi hızlı ve yuvarlayarak konuştu. Ben de bir Çerkes gibi onu dinledim. Gelmeden okulda düşmüş, alnımda koca bir şişik vardı, bir ekmek çiğneyip, romatizmalı yamuk elleriyle şişime yapıştırdı.

Sonra büyük dayımı kaybettik, sonra da büyük teyzemi. Çerkesçe bitti. Önce sesi unutursun derler, sonra da yüzü. Şimdi her şeyi unuttum. Bildiklerimin hepsi zamanla yitti gitti. Ama bir kelime kaldı geriye, elimden içmeyi severdi babaannem, ‘psı’, yani ‘su’. Babaannemin sesine, yüzüne yapışmış bu kelime, her şeyi birlikte tutuyor, unutmuyorum. Halamdan öğrendim, arada ‘lepsi’ yapıyorum.

Babaanneler, dedeler, anneanneler öldü; şehirler birbirinden uzaklaştı. Dillerini unuttular, yemeklerini unuttular, masallarını, şarkılarını unuttular. Bilmedikleri, görmedikleri vatanlarından kopup dünyaya saçıldılar. Bir arada olmaları tehlikeliydi, onları parçaladılar, dağıttılar, uzaklaştırıldılar. Sürgün hep sürdü. Okulları olmadı, kitapları olmadı, örgütleri olamadı, yalnızlaştırıldılar. En kalabalık birim ‘aile’ olarak bırakıldılar. Geçen yüzyıl yüz binlerin canını aldı, bu yüzyıl da milyonların dillerini, masallarını. Tertemiz yaptılar, neredeyse hiçbir şey kalmadı. Mecburen kendilerini koruyacak, saklanacaklardı, hızla asimile oldular, uzaklaştılar, birbirlerini unuttular. 

Karşılaşınca bir iki yemek ismi, akılda kalmış bir iki boy-kabile adı sıralamaktan, Çerkestavuğundan biraz daha fazlası olduğumuzu anlatmaya çalışmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok. Tek ortak yanımız, unutmak. Hiç sahip olmadığın bir şeyi kaybettiğin hissi ile mütemadiyen dolaşmak. Ve arkanda dikilmiş o kocaman hayalet, seni dünyaya saçan çirkin katliam, “Sus!” diyor, “Kimseye söyleme beni! Sakın anlatma!”
Diğerleri de aynı şarkıyı söylüyor, tüm soykırımları; “gömdük sizi, bir daha çıkmayacaksınız ortaya” diyorlar.

Yaşananlar düşünüldüğünde, olimpiyatların Sochi’yi seçmesine Çerkeslerin gösterdikleri tepkiler rahatlıkla anlaşılabilir. Bu durumu üstü hep örtülmüş bir trajediyi hatırlatma fırsatı olarak görüyoruz.
Ne istiyoruz peki?
Bir kez olsun hatırlanmak ve hatırlamak istiyoruz. İstiyoruz ki birileri çıksın, desin ki: “Biz bu insanlara kötülük yaptık, özür dileriz.”
Desin ki: “O hayalet gerçekti, üzgünüz!”
Biz de diyelim ki: “Korkunç bir şey gelmiş başımıza ama işte, birileri geldi ve özür diledi. Bu sürgün artık bitti.”
____
* 20 Mayıs 2011 tarihinde Gürcistan Meclisi, Çarlık Rusyası’nın Çerkeslere soykırım uyguladığını kabul etti. Gürcistan, Çerkes soykırımını tanıyan ilk ve tek ülke oldu.

**Senarist
____________________________
Radikal, 14 Şubat 2014
  
2638 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
adigebze I-II
Nükte!

KISSADAN HİSSE

-Moğollar Buhara’yı kuşattıklarında, uzun süre şehri teslim alamadılar. Cengiz Han Buhara halkına bir haber gönderdi: Silahlarını bırakıp bize teslim olanlar güven içinde olacaklar, ama bize direnenlere asla eman vermeyeceğiz.

-Müslümanlar İki gurup oldu: Bir gurup; asla teslim olmayalım, ölürsek şehit, kalırsak Gazi olur, Şeref’imizle yaşarız dediler. Öbür gurup ise; kan dökülmesine sebep olmayalım, sulh iyidir, hem silah, hem de sayı olarak onlardan azız, gücümüz onlara yetmez, dediler ve teslim oldular.

-Cengiz Han, silah bırakanlara; teslim olmayanlara karşı bize yardımcı olun, galib geldiğimizde şehrin yönetimini size bırakalım dedi. Böylece İki müslüman gurup savaşmaya başladılar. Moğollar’ın da yardımı ile, teslim olanlar galib geldi. Savaştan sonra Cengiz Han teslim olanların silahlarının alınmasını ve kafalarının kesilmesini emretti. Sonra meşhur sözünü söyledi: “Eğer güvenilir olsalardı, bizim için kardeşleri ile savaşmazlardı. Kardeşlerine bunu yapanlar, yarın da bize yapar.”

 

Site İçi Arama

 

Google Site

 

Üyelik Girişi