• https://www.facebook.com/%C3%87erkes-Haklari-Inisiyatifi-1720870914808523/
  • https://twitter.com/CerkesHaklari
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi6
Bugün Toplam166
Toplam Ziyaret979251
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar32.237032.3662
Euro34.794534.9339
Semerkew
Ana dili yasakları böler, ana dilleri değil

SERDAR M. DEĞİRMENCİOĞLU

Yıkılan Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarında kurulan ulus devletler “etnik temizlik” politikaları uyguladılar. Bu politikaların kaçınılmaz sonucu olarak ana dili felaketleri de yaşandı.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra kitleler bu ana dili felaketi ile karşı karşıya kaldılar. Bu kitleler sayıca çok büyüktü ve tek bir etnik gruptan oluşmuyordu. Rumca, Ermenice, Kürtçe, Lazca, Gürcüce, Arnavutça gibi birçok ana dili istenmeyen dil ilan edildiler.

Bu listenin uzun olması çok önemli. Bugün ana dillerine yönelik baskılara veya yok etme girişimlerine karşı çıkanlar, yalnızca Kürtçe için değil, Türkiye’de bulunan bütün ana dilleri için adalet istiyorlar.

Ana dili yasaklanan ve bu nedenle müthiş bir adaletsizlik ile karşı karşıya kalanlar tek bir etnik gruptan değil. Bunu daha iyi kavramak için, ana dili felaketinden etkilenen çocuklardan birine, o milyonlarca acı öyküden birine kulak verelim. Ana dili Arnavutça olan bir çocuğun öyküsü bu: “Ailem 1930’larda Arnavutluk’tan Türkiye’ye göç etmiş. Türkiye’ye geldiklerinde annem ve babam dahil hiç kimse Türkçe bilmiyormuş; sadece Arnavutça ve Rumca biliyorlarmış.”

Baba subay olur ve generalliğe dek yükselir. Ulus devlet kurma çabalarının zirvede olduğu bir dönemde, orduda görev yapan bir kişinin ve ailesinin “Türk” olmaması, Türkçe dışında bir dil kullanması elbette söz konusu olamaz.

Annem Türkçeyi iyi öğrenmişti. Anneannem ise Türkçe konuşmakta zorlanıyordu. (...) Her gün annem oturur, ona saatlerce güzel Türkçe konuşması için ders verirdi; ama anneannem yine bildiğini konuşurdu. Annem de subay hanımları bize geldiğinde, bizim ‘Türk olmadığımız’ anlaşılmasın diye, beni ve anneannemi bir odaya kapatırdı. Çünkü ben de anneannemle Arnavutça konuşurdum ve anneanneme ‘nana’ (büyük anne) diye hitap ederdim. Annem bundan hiç hoşlanmazdı ve bizim sadece Türkçe konuşmamız için uğraşırdı. Biz (...) bir yere gittiğimizde (...) ‘nana’ dememem için, beni sıkı sıkı tembihlerdi. Ama yine de ben bunu unutur ve anneanneme ‘nana’ derdim. O anda, annem bana görülmez şekilde bir ‘çimdik’ atardı. Ben de görevimi hatırlar ve susardım.

Ana dilini ancak gizli saklı bir şekilde konuşabilen, ortalık yerde ana dilini kullandığında ceza yiyeceğini bilen, devletin dil üzerinde kurduğu sıkı disiplini evinde bile hisseden bir kız çocuğu, ana dili yasağının herkes için geçerli olmadığını er ya da geç öğrenecektir.

13 yaşlarında filandım, annemle Taksim’de geziyorduk. O anda bir çocuk avazı çıktığı kadar annesine ‘mama mama’ diye bağırıyordu. (...) ödüm koptu ve ‘eyvah dedim’ şimdi çocuğu dövecekler. Çok korkmuştum. Anneme; ‘Anne, hemen çocuğa söyle Türkçe konuşsun!’ dedim. Annem de bana dedi ki: ‘Kızım onlar turist, ya Amerikalıdır ya da İngiliz. Onlara her şey serbest, istedikleri dilde konuşurlar, onun için hiç korkma’ dedi.

***

Bu öyküyü önce Antalya, sonra da Sivas Eğitim Sen Şubesi tarafından düzenlenen Dünya Anadili Günü etkinliklerinde okudum. Bu öykünün ardından, Ataol Behramoğlu’nun söylediklerini de özetledim.
Türklük sadece bir etnik aidiyetin adıysa, Türkçe de bu aidiyetin sınırları gerisine çekilmek zorunda değil midir? Buna bağlı olarak da bu ülkede ne kadar etnik aidiyet varsa ya da olduğu düşünülüyorsa, o kadar sayıda anadilinde eğitim hakkı olmalı, böylece de Anadolu ve Trakya coğrafyasında ayrı ulus devletler oluşturmanın yolları açılmalıdır... Bu son söylediklerim bugün belki kuruntu görülebilir... Fakat teslimiyetçi akılla değil de, ileriye dönük irdeleyici akılla düşünülürse, pek de öyle olmadığı görülecektir... (Cumhuriyet, 23 Şubat)

***

Her ana dili çok değerli. Her çocuk ana dilini okulda bulabilmeli ve ana dilini geliştirebilmeli. Ana dilleri bölmez, tam tersine birleştirir. Bu konuda, ana dili yasakları ve acıları ile büyüyen çocuklara mı kulak vereceksiniz, yoksa Ataol Behramoğlu’na mı, ona artık siz karar verin...

Not: Yukarıdaki öykü, Gülçiçek Günel Tekin’in, “Beyaz Soykırım: Türkiye’nin Asimilasyon ve Dilkırım Politikaları” (Belge Yayınları, İstanbul, 2009, 2. Basım, s.228-229) başlıklı kitabından alınmıştır.

_____________________

EVRENSEL,02 Mart 2013

  
2885 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
adigebze I-II
Nükte!

KISSADAN HİSSE

-Moğollar Buhara’yı kuşattıklarında, uzun süre şehri teslim alamadılar. Cengiz Han Buhara halkına bir haber gönderdi: Silahlarını bırakıp bize teslim olanlar güven içinde olacaklar, ama bize direnenlere asla eman vermeyeceğiz.

-Müslümanlar İki gurup oldu: Bir gurup; asla teslim olmayalım, ölürsek şehit, kalırsak Gazi olur, Şeref’imizle yaşarız dediler. Öbür gurup ise; kan dökülmesine sebep olmayalım, sulh iyidir, hem silah, hem de sayı olarak onlardan azız, gücümüz onlara yetmez, dediler ve teslim oldular.

-Cengiz Han, silah bırakanlara; teslim olmayanlara karşı bize yardımcı olun, galib geldiğimizde şehrin yönetimini size bırakalım dedi. Böylece İki müslüman gurup savaşmaya başladılar. Moğollar’ın da yardımı ile, teslim olanlar galib geldi. Savaştan sonra Cengiz Han teslim olanların silahlarının alınmasını ve kafalarının kesilmesini emretti. Sonra meşhur sözünü söyledi: “Eğer güvenilir olsalardı, bizim için kardeşleri ile savaşmazlardı. Kardeşlerine bunu yapanlar, yarın da bize yapar.”

 

Site İçi Arama

 

Google Site

 

Üyelik Girişi